29 Mayıs 2007 Salı

ŞAMANİZM

Şamanizm, insanlığın belki de en eski dinlerinden biridir. Temel olarak sihir ve büyüye dayanır. Her hangi bir kurucusu veya kutsal kitabı olmadığı gibi ortaya çıkış tarihi de belli değildir. Şamanizm´ in köken olarak anaerkil dönemde ortaya çıktığı tahmin edilmektedir.
Yakutlarda erkek Şamanlar özel cübbeleri bulunmadığı zamanlarda kadın entarisi giyerek ayin yaparlar. Şamanların çoğunun saçlarını uzatma nedenlerinden biri de budur.

Şamanın ruhsal yolculuğu, teozofik terimlerle, astral seyahat, akaşik okumalar, ruhlar âleminin yüksek bölgelerine nüfuz etme ve diğer ruhlarla posede olmadan bağlantı kurma gibi çeşitli yönlerde gelişir. Usta şamanların Demir-Kazık yıldızına kadar yükselebildikleri söylenir. Şifacılık, geleceği bilme, obsesyona uğramış insanları obsedörü kovarak obsesyondan kurtarma, çift bedenlenme (dedublüman), fasinatörlük ve büyü (maji) yapabilme şamanlarda sıkça rastlanan yeteneklerdir.

Şamanizmi en uzun süre ayakta tutmuş olan toplulukların arasında hiç şüphesiz Türkler de vardır. Eski Türk inancı Tengricilik'te de hep varolmuş olan şamanizm geleneği, Kuzey ve Orta Asya'nın bazı Türk topluluklarında günümüze kadar hâlâ sürdürülmektedir.
Günümüzde bazı batılıların ilgi duyup tekrar uygulamaya başladıkları şekline ise Neo-Şamanizm denir.

28 Mayıs 2007 Pazartesi

MUSEVİLİK

Musevîlik, kurucusu Musa´ya izafetle bu adı almıştır. Yahudi, İbrani, ve İsrail terimleriyle de Musevîlik kastedilir. Musevîliğin tek tanrıcılığın saf bir şekli olduğu söylenmekle beraber, O, yalnız başına ne bir mezhep ne bir ırk, ne de modern bir millettir.
Yahudiler dünyanın en eski tarihî, dinî cemaatini meydana getirmişlerdir. Dinler Tarihi´nde özel bir yeri bulunan Yahudilik, kutsal kitaplarında Ahd´e geniş yer ayırmasından dolayı bir Ahid dini olarak da telâkki edilmektedir.
Babil Sürgünü´nden sonra millî din haline getirilen Yahudilik, bir ırka tahsis edilmek suretiyle ilâhî dinlerden ayrı bir konumda ele alınmıştır. O´nu millî dinlerden ayıran bir başka özellik de, tek tanrı, vahiy, kutsal kitap ve peygamberlere inanç sistemi içinde değişik konumlarda da olsa yer almış bulunmasıdır.
Yahudiliğin sembolleri arasında en önemli yeri Yedi Kollu Şamdan ile Altı Köşeli Yıldız işgal eder.

Sami olmayan dinlerden farklı olarak Musevîlik, vahiyle gelmiş bir dindir. Musevîlik, yalnız kendi ailesinin dinleri olan Hristiyanlık ve Müslümanlık´tan değil, vahye dayanmayan doğu dinlerinden, yani Ari ve Moğol dinlerinden daha eskidir. Takriben İsa´dan sekiz asır önce kurulmuştur. Yahudiler daha çok, bugünkü İsrail´den ayrı olarak Avrupa ve Amerika´ya dağılmışlardır. Çok eskiden beri Filistin´de yaşamış olan Yahudiler, Babil, Asur, Fenike ve Araplar gibi Sami ırktan gelirler. Yahudiler göçebe iken "Habiri" diye anılırlardı. İsrâiloğulları en parlak devirlerini Kralları Süleyman zamanında yaşamışlardır.

Günümüze ulaşan inanç sistemi şudur;
1-Allah var olan her şeyi yaratmıştır.
2-Allah birdir.
3- Allah´ın bedeni yoktur, tasvir edilemez.
4- Allah´ın başlangıcı ve sonu yoktur
5- Yalnız Allah´a dua etmeliyiz.
6- Peygamberlerin bütün sözleri doğrudur.
7- Musa, bütün peygamberlerin en büyüğüdür.
8- Elimizdeki Tora, Allah tarafından Musa´ya verilen ve günümüze kadar değiştirilmeden gelen kitabın aynıdır.
9- Dinimiz ilâhî bir dindir.
10- Allah, insanların bütün hareket ve düşüncelerini bilir.
11- Allah, emirlerine uyanları mükâfatlandırır, uymayanları cezalandırır.
12- Allah Mesih´i gönderecektir.
13- Ruhum ölümsüzdür. Allah dilediğinde ölüleri diriltecektir.

Yahudiler ibadetlerini "sinagog"larda (Bet ha Kneset) yaparlar, Sinagoglarda rulo halinde el yazması Tevrat tomarlarının saklandığı, Aron ha-Kodes denilen, Kudüs´e yönelik kutsal bir bölme vardır. Sinagoglarda Yedi Kollu Şamdan (Menora) da bulunur. Bundan ayrı olarak Kral Davud´un mührü kabul edilen iki üçgenden meydana gelmiş Magen David denilen altı köşeli bir yıldız da vardır.

Günümüzde en büyük Yahudi nüfusunun yaşadığı ülke İsrail’dir Ülke nüfusunun %80’i yahudidir. İsrail’i ikinci sırada ABD izlemektedir (% 3,4).
Yahudiler bu iki ülkenin dışında Fransa, İngiltere, Arjantin, Ukrayna, Rusya, ve Kanada başta olmak üzere içlerinde Türkiye'nin de bulunduğu dünyanın birçok ülkesine dağılmış olarak yaşamaktadırlar.

HRISTIYANLIK

Hıristiyan kelimesi Yunanca "khristianos" kökünden gelir. İsa´nın adı bu dilde Khristos olarak geçer. Bu kökten çıkan "khristianos" ve "khristian" kelimeleri de, İsa´ya bağlanan, O´nun yolundan giden anlamına gelmektedir. Hıristiyanlık, Filistin bölgesinde doğmuştur. Nasıralı İsa'yı merkez alan bir Yahudi -Mesihi hareketi-dir. İsa, İsrail´i gelecek Tanrı Krallığına hazırlamak istemiştir. Ancak bugünkü Hıristiyanlık, İsa´nın havarilerinin arasına sonradan giren Pavlus´un yorumlarıyla değişik bir hüviyet kazanmıştır. İsa soy itibariyle Yahudi ´dir ve Mesih olduğunu açıklamıştır. İsa, kendinin bir peygamber olduğunu, insanları doğruluk, kardeşlik ve hak yola çağırmak için geldiğini açıklaması Yahudilerin işine gelmemiştir.
Takriben yirmi asırlık bir zamanı içine alan Hıristiyanlık tarihi dört devrede incelenmiştir:
1- Havariler tarafından yayılan ve Batı Roma imparatorluğu´nun yıkılmasına kadar devam eden dönem. Hıristiyanlık bu dönemde geniş yayılma sahası bulmuştur.
2- V. yüzyıldan XVI. yüzyılın başlarına kadar süren dönem Doğu Kilisesi´nin Batı Kilisesi´nden ayrıldığı bu dönemde Hıristiyanlık Avrupa´nın kuzey bölgesinde yayılmıştır.
3- XVI ve XVII. yüzyılları içine alan dönem. Hıristiyanlık için çok önemli olan bu devrede Protestanlık ortaya çıkmış, Katolik Mezhebi ile çatışma sonucunda Batı Kilisesi bölünmüştür. Çünkü Roma Katolik Kilisesi´nin gösterdiği halas yani kurtuluş fikri o dönem Hıristiyanlarını tatminden uzaktı.
4- XVIII. yüzyıldan itibaren başlayan ve Hıristiyanlığın karışıklıklar içinde geçtiği bir dönem olarak bilinen bu devrede Hıristiyanlık üzerindeki münakaşalar kilise dışına taşmıştır.

Dinler Tarihçilerinden bazıları da Hıristiyanlığı üç devrede incelemişlerdir:
1- Hıristiyanlığın klasik dönemi (I-VIII. yüzyıl),
2- Hıristiyanlığın Ortaçağ dönemi (IX-XV. yüzyıl),
3- Hıristiyanlığın Yeni dönemi (XV. yüzyıl vd.).

Pavlus´un, Hıristiyanlık için değişmez prensipler olarak ilân ettiği hususlar şunlardır:
1- Hıristiyanlık bütün insanlığa hitap eden bir dindir.
2- Allah´ın oğlu olan Mesih İsa, insanların günahlarına keffaret olmak üzere Haç´ta can vermiştir.
3- İsa ve Ruhu´l-Kuds, aynı derecede Tanrıdır.
4- Ölüler arasından dirilerek kalkmış olan isa, semaya çıkarak Baba´sının sağ yanına oturmuştur.

Hıristiyanlıktaki iman ikrarına giren esasların nelerden oluştuğu incil metinlerinde açık bir şekilde yer almamakla beraber, bu prensiplerin ilk Havariler Konsili´nden itibaren tesbite başlandığı, son şeklini ise IV. ve V. yüzyıldaki konsillerde aldığı yaygın bir kanaat halindedir. Bununla beraber inançlar konusunda gerek kiliseler, gerek mezhepler arasında bazı ortak ana unsurlar bulunduğu gibi farklı anlayışlar da vardır. Günümüz Hıristiyanlarının da hemen büyük bir kesiminin kabul ettiği Havariler inanç sistemi şu maddelerden oluşmaktadır:
1- Ben, Tanrı´ya Kudretli Baba´ya,
2- Biricik oğlu Rab İsa´ya,
3- isa´nın Bakire Meryem ve Ruhul´-Kuds´ten doğduğuna,
4- Pilatus zamanında çarmıha gerilerek gömüldüğüne,
5- Ölüler arasından üçüncü gün dirildiğine,
6- Göklere yükseldiğine,
7- Baba´nın sağında oturduğuna,
8- Ölüleri ve dirileri yargılamak üzere oradan ineceğine,
9- Ruhu´l-Kuds´e,
10- Mukaddes Kilise´ye
11- Günahların bağışlanacağına,
12- Bedenin dirileceğine, inanırım.
Hıristiyan Mukaddes Kitabı´nda "teslis" kelimesi veya O´na iman etmeye çağıran açık bir ifade mevcut değilse de İsa´nın, "Baba, Oğul ve Ruhu´l-Kuds ismiyle vaftiz eyleyin" şeklinde Havarilere emir verdiği bilinmektedir.

Hıristiyanlık´taki inanç esaslarının bütün mezheplerce aynı şekilde benimsendiğini söylemek mümkün değildir.
Protestanlığın inanç esasları ise şunlardır:
1-Mukaddes kitaplara iman,
2- Uluhiyete iman,
3- İnsanın günahsızlığına iman,
4- Günahların keffaretine iman,
5- Ahirete iman.

Günümüzde Hıristiyanlık dünyada hemen hemen her bölgede taraftara sahip bir dindir.Taraftar sayısı bakımından dünyada ilk sıradadır. Özellikle Avrupa, Amerika ve Avustralya kıtası ülkelerinde Hıristiyanlık yaygın bir din konumundadır. Hıristiyan ülkelerdeki Mezheplerin yoğunluğu farklılıklar göstermektedir. Rusya, Bulgaristan, Yunanistan gibi ülkelerde Ortodokslar ; italya, ispanya, Paraguay, Portekiz, Vatikan gibi ülkelerde Katolikler; İsveç, Norveç, Danimarka, ABD gibi ülkelerde Protestanlar; İngiltere´de Anglikanlar diğer Hıristiyan mezheplerine göre çoğunluğu oluşturmaktadırlar.

Hıristiyanlıktan kopan bazı akımların (Yehova Şahitleri, Mormonlar, Unitaryenler, Kuveykırlar gibi) bağımsız ayrı bir din hüviyetine bürünmesi veya ayrı bir din gibi hareket etmeleri ve farklı Kültlerin ortaya çıkıp yayılması Hıristiyanlığın önündeki sorunların başında gözükmektedir. Tüm bunlara rağmen Hıristiyanlık gittikçe taraftar sayısını arttıran ilahi bir dindir.

27 Mayıs 2007 Pazar

ZERDÜŞTİLİK

İran dinleri içerisinde, tek tanrı inanışına yer vermesi bakımından, en dikkat çekicisi Zerdüştilik´tir. Bu din, adını kurucusundan alır.

Arapların 'Mecusi' dedikleri Zerdüştlerin peygamberi Zerdüşt, İran'ın batısında yaşayan Medlerin bir boyu olan Magilerden gelmektedir. M.Ö. 683'te doğmuştur ve 2 bin yıl önce Pers İmparatorluğu döneminde baskın bir dünya dinine dönüşmüştür Zerdüştilik.
Bu dine inananların büyük bölümü İran ve Hindistan'da yaşıyorlardı ve kutsal kitaplarının adı Avesta'dır. Zerdüşt, tüm insanlığa yönelik bir mesajın tanrı tarafından kendine emanet edildiğine inanmış ve bu mesajı sıradan insanlara basit sözcüklerle tekrar tekrar telkin etmek yöntemini seçmiştir.

Günümüzde Zerdüştlük; Parsiler ve Ceberler olarak iki ana kola ayrılmış olarak varlıklarını devam ettirmektedirler. Günümüzde Parsilerin büyük bir bölümü Hindistan' da yaşamaktadırlar. Caynistler gibi Parsiler de kast sisteminin cemaat dışında evlenmeme gibi bazı özelliklerini benimsemişlerdir. Bununla beraber Avrupalı' larla evlenenler de vardır.

Zerdüştler günümüzde “Dünya Zerdüştler Birliği” adı altında örgütlenmiş olmakla beraber; Hindistan, ABD, Pakistan, İngiltere, Kanada gibi ülkelerde yerel toplulukları bir arada toplayan örgütlenmelere gitmişlerdir ve bu ülkelerde tapınakları da mevcuttur. Zerdüştlerin sayısı Bugün 40.000' ni İran 100.000' i Hindistan' da olmak üzere yaklaşık 200.000 kadar olup geriye kalan büyük bölümü İngiltere, ABD, Pakistan, Kanada yaşamaktadır.

BUDİZM


Budizm İ.Ö 6. yüzyılda, Brahmanizm’e bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.

Buda, tanrının sözünü etmez, kurtuluşu törebilimsel arınmaya bağlar. Budizm’e göre insan ruhunu yeniden bedenleşmesi kurban kesmekle olmaz, günahsız iyi davranışlarla sağlanabilirdi. Buda’ya göre acı çekme gerçeği (insanları birbirine bağlayan bütün nesneler acı kaynağıdır), istek gerçeği (acı, insan isteğinden doğar), acının yok edilmesi gerçeği (acı, her türlü istekten el çekme eş deyişle nirvanalaşmakla yok edilir) ve sekiz tane maddeden oluşan sekiz yol gerçeği olmak üzere dört temel gerçek vardır. Buda’ya göre evrende insanın bağlanabileceği hiçbir şey yoktur, ne özdekte ne de ruhta hiçbir şey sürekli değildir, ne biçim ne öz vardır, her şey gelip geçicidir, dünya yalan ve boştur.

Önemli kutsal Buddhist metinlerinden biri olan "Heart Sutra"da Buddha'nın ciddi öğrencilerinden olan ve Nirvana'ya ulaştığına inanılan kendisine de bazen "Buddha"(aydınlanmış) denilen Bodhisattva Avalokiteshvara, Buddha'nın yaptığı derin içe dalış meditasyonunu yaptıktan sonra şunları söyler ve Buddha da bu gerçeği kavradığı için onu över:
"Bütün şekiller,formlar "boşluk"tur. Formlar boşluktan başka bir şey değildir. Aynı şey duygular, algılayışlar, oluşumlar ve bilinç/zihin için de geçerlidir.
Bütün fenomenler aslında "boşluk"tur. Hiçbir şey ne yaratılmıştır ne yok edilmiştir,ne artar ne azalır. Bu nedenle bu "boşluğa" dahildir her şey. Boşluktan ayrı ne formlar vardır, ne duygular ne algılamalar ne oluşumlar ne de zihin vardır. Kulak ta yoktur göz de yoktur zihin şuuru da yoktur. Cehalet yoktur ne yaşlılık vardır ne hastalık ne de ölüm. Ulaşılacak bir şey de yoktur.
Buddhalığa Nirvana'ya ulaşanlar bu gerçekliği kavrarlar."
Budizm'in en güçlü yayılma dönemi Hint Hükümdarlarından Aşoka (MÖ. 273 - 236) zamanına rastlar. Aşoka zamanında Budizm, Hindistan, Seylan, Suriye, Mısır, Makedonya ve Yunanistan'a kadar yayılmıştır. Aşoka 'dan sonrada yeni Krallar Budizm 'e girmiş yayılmasını sağlamış hatta Çin, Moğolistan ve Japonya 'nın ileri gelen devlet adamlarının Budizm'e hizmet etmesini sağlamışlardır. Budizm, MS 1.yy Türkistan, 4.yy da Kore, 6.yy da Japonya ve 7.yy da ise Tibet'te yayılmaya başlamıştır. Günümüzde Güney, Doğu, Güneybatı ve Orta Asya'da çok sayıda taraftarı olan Budizm, Avrupa ve Amerika 'da da yayılmaya ve taraftar bulmaya başlamıştır.

26 Mayıs 2007 Cumartesi

TURİZM GÜZERGAHLARI










CABİR EL-ENSAR CAMİİ VE TÜRBESİ
Harran’ın 20 km. kuzeyindeki Cabir el-Ensar (Yardımcı) Köyünde Cabir b. Abdullah’a (Cabir el Ensar) atfedilen bir türbe (meşhed) ve yanında yine O’nun adını taşıyan bir cami bulunmaktadır.

İMAM BAKIR CAMİİ VE TÜRBESİ
Harran’ın 3 km. kuzey doğusundaki İmam Bakır Köyü’nde, Oniki İmam’dan beşincisi olan Ebu Cafer İmam Muhammed Bakır’a atfedilen bir türbe ve yanında yine O’nun adını taşıyan bir cami bulunmaktadır.

ÇOBAN MAĞARALARI
Harran-Han-el Ba’rür yolunun 14. km.’sinde, yolun sağ tarafında, bir sıra halinde, yapıları kuzeye bakan 10 adet mağara bulunmaktadır. Yaklaşık 3x3 m. genişliğinde olan ve “arcosolium”ları bulunan bu mağaraların kaya mezarı olarak Roma devrinde yapıldığı tahmin edilmektedir.

BAZDA MAĞARALARI
Harran-Han el-Ba’rür yolunun 15. ve 16. km.’lerinde, yolun solunda ve sağındaki dağlarda tarihi taş ocakları bulunmaktadır. Bunlardan 16. km.’de, yolun sağındaki köy içersinde “Bazda”, “Albazdu”, “Elbazde” yada “Bozdağ” Mağarları adıyla anılan iki taş ocağı görülmeye değer özellikler taşımaktadır. Çevredeki Harran, Şuayb Şehri ve Han el-Ba’rür yapıları için yüzlerce sene taş alınması neticesinde her iki mağara çok sayıda meydan, tünel ve galeriler meydana gelmiştir.

HAN EL-BA'RUR KERVANSARAYI
Harran’ın 20 km. doğusundaki bu kervansarayın bulunduğu yer bugün Göktaş Köyü adıyla anılmaktadır.
Tamamı 65x66 metrekarelik bir alan üzerine inşa edilmiş olan kervansarayın kuzey cephesindeki portal kitabesinde h. 626 (m. 1228-1229) tarihinde el-Hac Hüsameddin Ali Bey tarafından yaptırıldığı yazılıdır.

ŞUAYB ŞEHRİ HARABELERİ
Harran'dan Han el-Ba'rür Kervansarayı'na ulaşan şose yol, kuzey doğuya doğru devamla 10 km. sonra Harran ilçesine bağlı Özkent Köyü adıyla anılan tarihi Şuayb Şehri harabelerine varmaktadır. Henüz arkeolojik kazılar yapılarak tarihi aydınlığa kavuşturulmamış bu kentteki mevcut mimari kalıntıların Roma devrine ait olduğu tahmin edilmektedir. Oldukça geniş bir alana yayılan bu tarihi kentin etrafı, yer yer izleri görülen surlarla çevrilidir. Kent merkezinde çok sayıdaki kaya mezarı üzerine kesme taşlardan yapılar inşa edilmiştir. Tamamı yıkılmış olan bu yapıların bazı duvar ve temel kalıntıları günümüze kadar gelebilmiştir.
SOĞMATAR HARABELERİ
Şuayb Şehri'nden kuzeye doğru devam eden şose yol 16 km. sonra tarihi Soğmatar kenti harabelerine ulaşmaktadır. Bu tarihi kent, merkez Yardımcı (Sumatar) nahiyesine bağlı Yağmurlu Köyü içerisinde yer almaktadır. Sumatar ile Soğmatar'ın birbirine karıştırılmaması gerekmektedir. Sumatar, Şanlıurfa ile Harran arasındaki bir nahiyenin adı, Soğmatar ise bu nahiyeye bağlı antik bir yerleşme yeridir.

POGNON (Ponyon) MAĞARASI
Yüzyılımızın başlarında Fransa'nın Bağdat Konsolosu H. Pognon'un keşfederek yazılarını okuduğu bu mağara, kalenin 250 m. kadar kuzeybatısındadır. Giriş ağzı doğuya bakan bu mağaranın güney, kuzey ve batı duvarlarında, tanrıları tasvir eden tam boy insan rölyefleri ve aralarında Süryânice yazılar bulunmaktadır. Bu kabartmalardan birinin başı üzerinde Ay Tanrısı Sin'i sembolize eden “Hilal” kabartması dikkat çekmektedir.

KARAHİSAR
Soğmatar'ın 13 km. kuzeyindeki bu tarihi yerleşmede, kale olarak kullanılan bir tepe ve bunun doğusundaki kayalık tepelere M.S. V. yüzyıla tarihlenebilen kaya mezarları ve sarnıçlar bulunmaktadır.

MEHEMEDEY HAN
Soğmatar'ın 30 km. kuzeyinde, Urfa-Mardin karayolunun 50. km.'sindeki Dağyanı Köyü'nde, Romalılara ait olduğu sanılan ve “Mehemedey Han” (Mehmed'in Hanı) adıyla anılan büyük bir “Hayrat” yer almaktadır.

SENEMIĞAR (Senem Mağara-Sanem Mağara)
Soğmatar'ın 11 km. kuzeyinde yer alan Büyük Senem Mığar Köyü'ndeki mevcut mimari kalıntılar ve kayadan oyma yapılar, burasının Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında önemli bir merkez olduğunu göstermektedir.

BETİK
Soğmatar'ın 7 km. kuzey doğusu, Senem Mağara'nın 4 km. güneydoğusundaki Betik (Güzel) Köyü'nde kesme taşlardan inşa edilmiş 8x4 m. boyutunda anıtsal bir yapı yer almaktadır. Tom Sinclair tarafından incelenmiş olan bu yapının “tahıl ambarı” olabileceği ileri sürülmüştür. Ancak, doğu-batı yönünde yatık dikdörtgen planlı ve girişi kuzeyden olan bu yapının ortada iki paye ile iki sahna ayrılmış olması, kıble yönündeki duvarın ortasında mihrabı andırır bir nişin bulunması (bu niş sonradan tahrip edilerek delinmiştir) hususları dikkate alındığında, bu yapının Harran Ulu Camii ile aynı dönemde (744-750 Emevi dönemi) inşa edilmiş küçük bir mescid olabileceği fikrini akla getirmektedir.

ÇATALAT (Çatlar)
Soğatar'ın 16 km. güneydoğusunda, Viranşehir'e bağlı Çatalat köyünde, V. yüzyıl Roma döneminden kalma yapı kalıntıları bulunmaktadır. Bu kalıntılardan birisi yaklaşık 2 m. eninde, 4 m. yüksekliğinde kemerli bir kapıdır. Diğer kalıntı ise, büyük bir yapının köşe duvarlarına aittir.

KASR-ÜL BENAT (Kızlar Sarayı)
Soğmatar'ın 17 km. kuzeydoğusunda, Betik'in 10 km. doğusundadır. Köy meydanındaki ağılların ihata duvarlarında bolca kullanılan blok taşlardan, burada büyük yapı kalıntılarının mevcut olduğu anlaşılmaktadır. 1911 yılında Urfa'yı ziyaret eden İngiliz Araştırmacı Bayan Gertrude Bell tarafından çekilen Kasr-ül Benat'taki bu yapıların fotoğrafları İngiltere/New Castle Upon Time Üniversitesi arşivlerinde muhafaza edilmektedir.
Soğmatar'daki Süryânice yazıtlı Kutsal Tepe'nin bir benzeri Kasr-ül Benat'ta bulunmaktadır. Köyün kuzeyindeki bu kayalık tepede 10'dan fazla Süryânice yazıtın bulunması, burayı “Yazıtlı Tepe” olarak adlandırmamıza sebep olmuştur.

ÇİMDİN KALE
Büyük bir kayalık tepe üzerine inşa edilmiş olan Çimdin Kale'nin yüksek kemerli anıtsal kapısı batıya bakmaktadır. Dar ve yüksek bir eyvan şeklindeki bu kapının kuzey yan duvarı aşağısında oldukça silik 3 satırlık Arapça kitabede “Allahu la ilahe illa hu......”, “el-Melik el Kuddusi...”, “La ilahe illallah Muhammeden resulallah” okunabilmektedir. Ayrıca anıtsal kapının çıkıntılı yan duvarının kuzeye bakan cephesi yukarılarındaki bir taş üzerinde “el Mali lillah (?)” yazılıdır.

EYYUP NEBİ KÖYÜ PEYGAMBER MEZARLARI (Türbeleri)
Urfa-Mardin karayolunun 85. km.'sinden kuzeye sapan asfalt yolun 16. km.'sindeki Eyyup Nebi Köyü'nde Eyyup Peygamber, Eyyup Peygamber'in hanımı Rahime Hatun ve Elyesa' Peygamber'in mezarları bulunmaktadır. Bu köyün 400 yıldan beri Eyyup Nebi Köyü adıyla anıldığı vakfiyesinden anlaşılmaktadır.
Eyyup Nebi Köyü'ndeki peygamber türbeleri yüzyıllardan beri kutsal günlerde ve bayramlarda, yöredeki binlerce kişi tarafından ziyaret edilmektedir.

EYYUP PEYGAMBER TÜRBESİ
Mevcut inanca göre, Yüce Allah, Şanlıurfa'da yaşayan ve çok zengin olan Eyyup Peygamber'i imtihan etmek için önce mallarını ve çocuklarını elinden aldı ve daha sonra kendisine ağır bir hastalık verdi. Tüm bunlara sabır ve şükür gösteren Hz. Eyyup, Cebaril (a.s.)'in getirdiği vahiy gereği ayağını yere vurdu ve yerden su fışkırdı. Bu su ile yıkanan Hz. Eyyup, vücudunu kaplayan yaralardan hemen kurduldu. Daha sonra içtiği bu kutsal su, içindeki bütün dertlerini de yok etti. Bunun üzerine Allah, Hz. Eyyup'a, hem çocuklarının hem de mallarının iki katını verdi. Bunun için Hz. Eyyup, sabır timsali bir peygamber olarak tanınmaktadır.

RAHİME HATUN TÜRBESİ
Eyyup Peygamber'in ağır hastalığı ve uğradığı musibetler sırasında O'na büyük bir şefkat ve sabırla bakan hanımı Rahime Hatun'un mezarı Eyyup Peygamber türbesinin yaklaşık 500 m. kuzeybatısındadır. Kare planlı, tek kubbeli bu mütevazi mezar anıtı köydeki diğer türbeler gibi, geçtiğimiz yıllarda Şanlıurfa Valiliği'nce restore edilmiştir.

ELYESA PEYGAMBER TÜRBESİ
Yine mevcut inanca göre, Eyyup Peygamberi ziyaret etmek isteyen Elyesa' Peygamber, uzun yıllar süren zorlu bir yolculuktan sonra O'nun bulunduğu köye ulaşır. Ancak kendisi bunu bilmemektedir. Karşısına insan kılığına girmiş Şeytan çıkar ve Hz. Eyyub'un daha çok uzaklarda olduğunu söyler. Yaşlı ve yorgun olan, artık yürüyecek mecali kalmayan Elyesa' Peygamber umutsuzluğa düşer ve Allah'a dua ederek ruhunu almasını diler. Bunun üzerine hemen orada vefat eder ve köy içerisine gömülür. Eyyup Peygamber türbesinin 500 m. güneybatısında yer alan ve oldukça harap bir durumda olan Elyesa' Peygamber türbesi, Şanlıurfa Valiliği'nce yeniden yaptırılmıştır.

25 Mayıs 2007 Cuma

KUŞLAR



İnsanoğlu ile kuşların dostluğu insanlık tarihi kadar eskidir. Bu dostluğun başladığı ilk yer belki de Peygamberler Şehri Şanlıurfa’dır.
Kuşçuluk, Şanlıurfa’da özel zevklerden biridir. (Şanlıurfa’lı buna “Merak” demektedir.)
Şanlıurfa halkı kuşları çok sevmektedir. Kuşçuluk zevk için yapılmakla beraber kendine özgü özellikleri olan bir meslek olarak da sayılmakta ve halk dilinde kuş besleyip uçuranlara “kuşçı” adı verilmektedir.
Anadolu’da bir çok yörede güvercin besleyip uçurulmasına rağmen, Şanlıurfa kadar yaygın bir bölge yoktur.
Yaşlı kuşçuların anlattığına göre eskiden en çok kuş Halep’te beslenirmiş. Daha sonraları Şanlıurfa’da kuş sayısı çoğalmış ve bu konuda Şanlıurfa ünlü olmuştur. Böylece geniş bir kuş kültürü oluşmuştur. Şanlıurfa’da 200-300 adet kuş besleyen “Meraklılar” vardır. Evlerde beslenen kuşların sayısı 25 binin üzerindedir.

Kuşçuluk genelde esnafın özel zevklerinden biridir. Akşama doğru dükkânının kapatan kuş meraklısı ve yetiştiricisi hemen kuşlarıyla beraber olur ve günün bütün yorgunluğunu, stresini unutur.
Şanlıurfa’da kuşçuluğun yaygınlık nedeni evlerin elverişli olmasındandır. Hayatların (avluların) geniş ve gürültüden uzak oluşu, damların toprak ve düz oluşu kuşçuluk için çok elverişlidir. Kuş beslenen evlerde “Hayat”ın bir yanında veya damların uygun bir köşesinde kuş matarları (evleri) vardır. Bazen avludaki bir oda da kuşevi olarak kullanılır.

Kuşçu Kahvehaneleri

Şanlıurfa’da kuşçuların buluştuğu “kuşçu kahvehâneleri” vardır. Bugün bu kahvehânelerden birkaç tanesi hala varlığını sürdürmektedir. Bunların en meşhuru ise “Çardaklı Kahvehânedir”, bu kahvehânelerin içinde tel kafesli odacıklar bulunur. Bu kafeslerde kuş rafları vardır. Ve kuşlar bu kafeslerde oynaşır.
Kuşçu kahvehâneleri otantik yapısını korumaktadır. Küçük masalar ve etrafındaki kürsülerde (tabureler) oturup sohbet eden insanlar, kahvehânenin içinde serbestçe dolaşan kuşları keyifle izlerler.
Müşteriler burada kuş sohbetleri ve kuş alışverişi yaparlar. Bazen de en gösterişli ve kıymetli kuşlarını getirip gösterdikleri olur. Bu kahvehânelerde gürültülü konuşulmaz, rahatsız edici sesler çıkarılmaz, kuşlar seyredilir ve ötüşleri dinlenir.

Karışma Zamanı

Havaların güzel olduğu hemen her mevsimde güvercinler, günde iki kez köme halinde uçurulur. Bu saatlerde iki yüz, üç yüz evden birkaç bin güvercin gökyüzüne havalanır, rengârenk kuşlar bir anda Urfa semalarını kaplar. Eğer dikkatli bir gözlemciyseniz, gökyüzündeki bu kuşların kömeler halinde birbirlerinin içine girip karıştıklarını, sanki her kömenin kendi aralarında birlik sağlamak için anlaştıklarını, bu yüzden sarmaş dolaş olurken bile kümeden ayrılmayıp kaybolmadıklarını ve hiç zaiyat vermeden kendi mekânlarına doğru süzüldüklerini görürsünüz. Bu güzelim anları yudumlamak ve bu manzaraların seyrine dalmak istiyorsanız Urfa’ya gidin ve bir ikindi üstü bir kuşbazın evine misafir olun. Kuşçu, sizi avludaki cümle kapısında karşılayacak ve hemen vakit kaybetmeden evin damına çıkaracaktır. Kuşevinin kapısını aralayarak kuşları serbest bırakacak, bir süre bu kuşların ötüşlerini dinleyecektir. Burada cins cins güvercinin yemlenişlerini, su içişlerini, çoğunlukta olan erkek kuşların yuvadaki bir veya iki dişi kuşa nasıl kur yaptıklarını göreceksiniz. Vakit tamam olunca, kuşçunun işaretiyle bir anda kanat çırparak depara kalkacaklardır. Gözden uzaklaşıp kömeler birbirine kavuşunca gökyüzünde bir top gül halesi oluşturduklarına tanık olacaksınız.

Aynı anda radyodan, sesi bir eski taş plağa kaydedilmiş olan Urfalı Cemil Cankat’ın şu türküsü size ve bu manzaraya eşlik edecektir: “Garip bir kuştu gönlüm lo / Elimden uçtu gönlüm / Saçının tellerine lo / Takıldı düştü gönlüm”.

BALIKLIGÖL


Balıklıgöl 30x150 m'lik bir havuz aslında. Diğer havuz da 30x50m'lik Zeliha Gölü.
Gölün yanında 1211'de yapılan Halilürrahman Camisi (Makam Camisi) var. Balıklar da kutsal ve şifalı sayılıyor. Havuza girenlerin gövdelerine balıklar küçük öpücükler kondurur gibi dokunurlar. Bu dokunuşların kılcal damarları harekete geçirdiği ve iyileştirici bir etki yaptığı düşünülebilir. Balıklıgöl'ü dolaşırken gölün yanında, kenarda bir oda göreceksiniz burda mırra veya zahterinin tadına bakın.

ŞANLI URFA




Kamusü'l Alam'a göre Urfa'nın eski adı "Ur" ya da "Urelkeldaniyn" olup Büyük İskender'in fethinden sonra Mekadonyalılar bu şehri vatanlarındaki "Edessa" yani "Vodina" kasabasına benzeterek bu adla ve "akarsuları güzel" anlamıyla "Kaliroe" olarak adlandırmışlar, Araplar da "Kaliroe" den galat olarak "Ruha" olarak ad vermişlerdir.

Fikret Işıltan'a göre İslam döneminde Diyarı Mudar olarak da adlandırılan bölgedeki Urfa'ya Osrhoene Krallığı döneminde verilen "Osrhoene" adının, Urfa şehrinin Makedonyalılar tarafından "Edessa" adıyla yeniden kuruluşundan, önceki Süryanice "Urhai/Orhai" veya Arapça "Er-Ruha"nın Latinleştirilmiş biçimi olduğu sanılmaktadır. Halep salnamelerine göre şehre kısa bir süre (Antiokya/Antakya) adı verilmişse de Prof. Segal'e göre M.Ö. 163'te ölen IV. Antiochus'un sikkeleri üzerindeki (Antioch Callirohae), başka bir kente de ait olabilir.

Bir efsaneye göre ise Urfa adı Nemrut'un diğer bir adı olan ve "Sulak yerde bulunan" anlamına gelen Hewya oğlu "Urhai" den gelmektedir. Urhai'nin "güzel akarsular şehri" anlamı, Edessa'nın Makedonya'daki Edhessaisos ırmağının kenarındaki şehir ve bu kentin sonradan aldığı ad Vodina'nin Makedonca su anlamına gelmesi, Kalliroe'nin "çeşme" ya da "akarsuları güzel" anlamı belli olduğuna göre Urfa adının kaynağı konusunda henüz bir sonuca ulaşılamamışsa da bütün rivayetlerin "su" ya çıktığı tartışmasızdır.

URFA'YA "ŞANLI" ÜNVANIN VERİLMESİ
Urfa Milletvekili Osman Doğan ve 17 arkadaşının, Kurtuluş Savaşında gösterdiği kahramanlıktan dolayı Urfa ili adının "Şanlıurfa" olarak değiştirilmesine ilişkin kanun teklifi TBMM tarafından 12.6.1984 tarihinde kabul edilerek kanunlaşmıştır. Urfa ilinin adının Şanlıurfa olarak değiştirilmesi hakkındaki 3020 sayılı kanun 22 Haziran 1984 tarih 18439 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.

24 Mayıs 2007 Perşembe

URFA KEBABI

Malzemeler :
1-2 adet hazır pideKebabi

1 kg koyun kıyması
1 yemek kaşığı zeytinyaği
1 büyük domates
1 büyük soğan
2 çay kaşığı tuz
½ çay kaşığı karabiber
½ çay kaşığı kirmizibiber
1 demet maydanoz
1 bardak et suyu

Iki kere cekilmis koyun kıymasına, kabugu ve cekirdekleri cikarilmis ve küçük parçalara doğranmış domates, rendelenmiş soğan, zeytinyaği, tuz baharat ve kıyılmış maydanozun yarisini katin. 30-40 dakika iyice yoğurun.

Parmak uzunlugunda yapacaginiz kofteleri sislere gecirin. Kuvvetli fakat alevsiz komur atesi uzerinde cevirerek pişirin.
Fırından çıkan pideleri irice parcalar halınde doğrayın. Tabaklara dagitin. Uzerlerine sicak et suyu gezdirin. Kizaran kofteleri sislerden cikarip pidelerin kenarlarina yerleştirin. Maydanoz serpip pide üzerinde servis yapın.

KAZAN KEBABI

1 kg patlıcan
500 gr kıyma
1 kg domates
1 adet kuru soğan
4 adet sivri biber
1 çay k. karabiber
1 çay k. tarçın
yarım paket margarin veya 1 su bardağı sıvı yağ
isteğe göre tuz

Patlıcanı yan yan kesip bir kenara bırakın, kıymayı ve diğer sebzeleri ve baharatları karıştırın. Hazırladığın harcı patlıcanın içine yerleştir tencerenin içine önce yağı koyun. Hazırlanan içli patlıcanları yerleştir üstüne küp küp doğranmış domatesleri döküp ağır ateşte 45 dakika pişir.
Afiyet olsun, bu yemeğe lezzeti veren tarçındır.

AŞIKLAR DİYARI-KISAS

Şanlıurfa’ya, “Peygamberler Şehri”, “Müze Şehir”, “Tarih ve Tarım Şehri” ünvanlarıyla anılmasının yanısıra aynı zamanda bir “Musiki Şehri” de diyebiliriz. Yöremizden çok değerli müzisyenler yetişmiş, yurtiçinde ve dışında ilimizi başarıyla temsil etmişlerdir. Bu yöremizdeki kültür değerlerinin içinde musiki, halen çok önemli bir yer tutmaktadır.
“Aşıklar Diyarı” olarak bilinen Kısas Köyü ise Güneydoğu Anadolu bölgesinde aşık tarzı şiir geleneğini sürdüren ve kırk civarında saz şairinin yetiştiği, gönül ehli insanların yaşadığı bir beldemizdir. Köydeki aşıklar kendi deyişlerinin yanısıra usta malı da çalıp söylemektedirler.
Ülkemizde en çok ihtiyaç duyulan birlik ve beraberlik ruhunun oluşmasında âşıklarımızın önemli bir yeri bulunmaktadır.
Kısas’ta yetişen Aşıklar gerek yurt içinde gerekse yurtdışında hayatları boyunca şiirler yazıp, deyişler söyleyerek, bağlama çalarak bu geleneği başarıyla sürdüren sanatçılarımızdır.
Halkın anlayabileceği yalın bir dille yazan, hece vezni kullanan, sazı ve sesi güçlü, kendi deyişlerinin yanısıra usta malı deyişler de okuyan Kısaslı Aşıkların şiirlerinde Alevi-Bektaşi kültürüne özgü motiflerin yanısıra sosyal konular da genişçe yeralmaktadır.
Şanlıurfa’da, aşık tarzı şiir geleneğini sürdüren saz ve söz ustalarının kültür dünyasına tanıtılması ve eserlerinin gelecek kuşaklara aktarılması amacıyla yapılacak çalışmalar en önemli dileğimizdir.


Kısas’da Âşıklık Geleneği
Köyde aşıklık geleneği en iyi şekilde muhafaza edilmekte ve sürdürülmektedir. Hemen hemen her evde bir bağlama bulunmaktadır. Bu özellikleriyle Kısas, “Aşıklar Diyarı” ünvanına lâyıktır. Köydeki aşıklardan yurt içinde ve dışında sesini duyuranlar da bulunmaktadır.
Bu halk şairlerimiz, sazlarıyla halkın dilini şiirleştirip duygularını dile getirmektedirler. Ayrıca şiirlerinde geleneklerini, inançlarını, atasözlerini, deyimlerini dile getirip sevdiklerini överler ve onlara ait menkıbeleri şiirleştirirler. Sosyal hayattaki değişiklikler de şiirlere tesir etmektedir.
Köyde yetişen aşıklardan bağlama çalanlar kendi deyişlerinin yanısıra; herkesçe tanınmış, Kısas dışındaki eski aşıklardan Sadık Baba, Sıtkı Baba, Dertli, Derviş Ali, Edip Harâbî, Virâni, Kul Hüseyin, Kul Himmet, Seyyid Nesimî, Şah Hatâyî ve Pir Sultan’ın deyişlerini de (usta malı) okumaktadırlar.

SIRA GECELERİ


Genellikle kış gecelerinde, birbirine yakın yaş grubundaki gençlerin veya orta yaşlardaki arkadaş gruplarının, her hafta bir başka arkadaşın evinde olmak üzere, haftada bir akşam, belirli bir niteliğe ve düzene göre sıra ile yaptıkları toplantılara Şanlıurfa'da “sıra gecesi” denmektedir.

Kısaca; “sıra gecesi” bir arkadaş grubunun haftada bir olmak üzere bir araya geldikleri toplantılardır.

Sıra Gecesinin Urfa Kültür Hayatındaki Yeri
Sıra gecesinin Urfa kültür hayatındaki yerini şöyle özetleyebiliriz. Urfalı, genç yaşından itibaren sıra gecesine katılarak, cemaatle oturup kalkmayı, gelenek ve göreneklerini, adâb-ı muâşeret kurallarını, cemaatte konuşmanın adabını, yeri geldiği zaman konuşmayı, yeri geldiğinde dinlemesini bilmeyi, büyüğüne saygıyı öğrenir. Bu yönüyle “sıra gecesi” bir halk mektebidir.
Sıra gecelerinde zaman zaman çeşitli kitaplar okunur ve yorumları yapılır. Bu yönüyle “sıra gecesi” bir eğitim-öğretim müessesidir.
“Sıra geceleri” acıyı ve mutluluğu paylaşmaktır. Sıra arkadaşlarından birinin yakını ölse, diğer sıra arkadaşları cenazenin kaldırılmasına kadar arkadaşlarının yanında olurlar, arkadaşlarının acısını paylaşırlar. Düğün, sünnet vs. gibi mutlu günlerde yine arkadaşlar bir araya gelir ve mutluluğu paylaşırlar.
Şanlıurfa'da müziğin gelişmesi ve yaygınlaşmasının en büyük nedeni sıra geceleridir. Bu geceler bir usta çırak geleneğine uygun olarak müziğin öğretildiği ve icra edildiği meşk ortamıdır. Bu yönüyle sıra geceleri bir “Halk konservatuarı”dır.
Keklik, at gibi belirli hayvanlara merakı olanlar, sıra gecelerinde sevdikleri konuları konuşurlar; bu yönüyle sıra gecesi bir cemiyet, bir dernek gibidir.
Urfa'nın sosyal, kültürel ve ekonomik sorunları sıra gecesinde konuşulur ve tartışılır, çözüm yolları üretilir. Bu yönüyle sıra geceleri birer istişare toplantılarıdır.
Sıra geceleri sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın yoğunlaştığı ve pratiğe dönüştüğü yerdir. Sıra arkadaşları kendi aralarında yardımlaşma sağladıkları gibi, sıra gecelerinde toplanan paralarla fakirlere yardım edilir.
Sıra geceleri nezih bir sohbet ortamıdır; ilim ve irfan sahipleriyle sohbetler edilir. Şiirler dinlenir, kültür ve edebiyat üzerine konuşulur.
Sıra geceleri geleneksel “Tolaka” ve “Yüzük fincan” oyunlarının oynandığı, geleneklerin yaşatıldığı gecelerdir.
Sıra gecesi, Urfa ve Urfalının tanıtımının yapıldığı bir lobidir.
Sıra gecesi; zengin Urfa sofrası yemeklerinden çiğköfte ve tatlılarının yenildiği, misafirlere tanıtıldığı ortamlardır.

Sıra Gecesine Geliş
Sıraya geliş saati daha önce belirlenen saatlerde olur ve büyük bir önem taşır. Herkes belirlenen saatte gelmek zorundadır. Belirlenen saatte gelemeyen, önceden tespit edilen para cezasını ödemek zorunda kalır. Sıraya gelenleri, ev sahibi kapıda karşılar ve oturulacak odaya alır. Sıraya önce gelenler ayağa kalkarak gelene buyur eder. Sıraya gelen selam vererek herkesle tokalaşır ve uygun yere oturur. Sırada yaşça büyük olanlar üst tarafta, yaşça küçük olanlar kapıya yakın oturur. Ev sahibi ve sıraya daha önce gelenler, sonradan gelenlere “merhaba” derler; sıraya gelen de onlara “merhaba” diyerek karşılık verir. Daha önce gelenler çoksa cemaatin hepsine birden merhaba anlamına gelen “cemaatize rahmet” der.

GELENEKSEL ŞANLIURFA EVLERİ



Urfa evleri genellikle haremlik ve "oda" denilen selamlık kısmı olmak üzere iki bölümden oluşurlar. Bazen bu iki bölüm, aralarından bir duvarla ayrılmış ve sokak tarafından ayrı birer kapıları olan müstakil iki ev görünümünü verdikleri gibi, bazen de tek kapıyla girilen selamlık bölümünden sonra ikinci bir kapıyla haremlik bölümüne geçilen bir plan gösterirler.
Eve gelen erkek konukların ilk olarak ağırlandıkları selamlık bölümünde küçük bir "hayat" (avlu), bir veya iki oda, eyvan, konukların hayvanlarının barınacağı büyük bir "develik" (ahır) ve tuvalet bulunur. Bitişiğindeki haremlik avlusunun ve buradaki kadınların görülebileceği endişesiyle genellikle selamlığın üzerine ikinci bir kat yapılmamıştır.

Yapılmış olsa dahi bu kat haremliğe ait olup geçişi de haremliktendir. Ev halkının oturduğu evin esas kısmını oluşturan haremlik bölümü, selamlığa nazaran daha büyükçe ve teşkilatlıdır. "Nahit" denilen düzgün kesme taş döşeli "hayat"ın (avlu) ortasında, vazgeçilmez bir unsur olan mermer bir havuz, kuyu, "curun" (yalak), içersinde incir, dut, nar, portakal, kebbat (bir çeşit turunçgil), annep, zakkum, asma gibi ağaçlardan biri veya bir kaçının yer aldığı çiçeklik bulunur. Çiçeklik aynı zamanda çöpe atılması günah olan sofradaki ekmek kınntılarının silkelendiği yerdir.

Avlu çevresindeki oda duvarlarınin dama yakın kısımlarına yapılmış dikdörtgen niş şeklindeki "kuş takaları"nda (kuş evleri) yaşayan kuşlar bu ekmek kırıntılarıyla beslenirler.

HARRAN








Şanlıurfa’nın 44 km. güney doğusunda bulunan ve her yıl binlerce yerli ve yabancı turist tarafından ziyaret edilen tarihi kent Harran, kendi adıyla anılan ovanın merkezinde kurulmuştur.
Tevrat’ta “Haran” olarak geçen yerin burası olduğu söylenir. İslâm tarihçileri kentin kuruluşunu Nuh Peygamber’in torunlarından Kaynan’a veya İbrahim Peygamber’in kardeşi “Aran”a (Haran) bağlarlar. XIII. yüzyıl tarihçilerinden İbn-i Şeddat, Hz. İbrahim’in Filistin’e gitmeden önce bu şehirde oturduğunu, bu nedenle Harran’a Hz. İbrahim’in şehri de denildiğini, Harran’da İbrahim Peygamber’in evinin, adını taşıyan bir mescidin, O’nun otururken yaslandığı bir taşın var olduğunu yazmaktadır.

Harran tarihiyle ilgili en doğru bilgiler arkeolojik kazılardan elde edilen buluntulara dayanmaktadır. Harran adına ilk defa, Kültepe ve Mari’de bulunan M.Ö. II. bin başlarına ait çivi yazılı tabletlerde

“Har-ra-na” veya “Ha-ra-na” şeklinde rastlanmaktadır. Kuzey Suriye’de Ebla’da bulunan tabletlerde ise Harran’dan “Ha-ra-an” olarak bahsedilmektedir. M.Ö. II. binin ortalarına ait Hitit tabletlerinde, Hititlerle Mitanniler arasında yapılan bir antlaşmaya Harran’daki Ay Tanrısı’nın (Sin) ve Güneş Tanrısı’nın (Şamaş) şahit tutulduğu belirtilmektedir.
Tüm bu tarihi belgelerden anlaşıldığı kadarıyla, Harran adı 4000 yıldan beri değişmeden günümüze kadar gelmiştir. Harran adı, Sümerce ve Akatça “Seyahat-Kervan” anlamına gelen “Haranu”dan gelmektedir. Bazı kaynaklar bu kelimenin “keşişen yollar” veya “şiddetli sıcak” anlamına geldiğini de kaydetmektedirler.

Gerçekten de Harran, Kuzey Mezopotamya’dan gelerek batı ve kuzey batıya bağlanan önemli ticaret yollarının kesiştiği bir noktada bulunmaktadır. Bu özelliğinden dolayı Harran, Anadolu ile sıkı ticaret ilişkileri bulunan Assurlu tüccarların önemli uğrak yerlerinden biri idi. Anadolu’dan Mezopotamya’ya, Mezopotamya’dan Anadolu’ya olan ticaret akışının binlerce yıl Harran üzerinden yapılmış olması bu tarihi kentte zengin bir kültür birikiminin oluşmasına neden olmuştur.

Harran; Ay, Güneş ve gezegenlerin kutsal sayıldığı eski Mezopotamya’daki Assur ve Babillerin politeist inancına dayanan Paganistliğin (Putperestlik) önemli merkezlerinden olması yönüyle de ünlü idi. Bu nedenledir ki Harran’da Astronomi ilmi çok ilerlemiştir.
Babiller döneminde “ilu sa ilani” (tanrıların tanrısı), “sar ilani” (tanrıların kralı) ve “bel ilani” (tanrıların efendisi-rabbi) olarak adlandırılan Ay Tanrısı “Sin” paganistlerin en büyük tanrısı olma özelliğini asırlar boyu devam ettirmiş ve Romalılar döneminde “Mar alahe” olarak adlandırılmıştır.

İslâm kaynaklarında “Harrânîler” (putperestler) adıyla anılan bu dinin mensuplarının bir kısmı, Abbâsi Halifesi Me’mun’un “Kur’an’da geçen bir dini seçin” tavsiyesi üzerine bir kısmı Hıristiyan, bir kısmı da Müslüman olmuş, önemli bir kısmı ise “Hiç kötülük etmeyen yüce bir yaratıcı”nın varlığını kabul eden ve Kur’an’da ehl-i kitapla beraber üç defa zikredilen, İslâm hukukçularına göre Hıristiyan ve Musevilerle aynı hukuki haklara sahip olan güney Mezopotamya’daki Sabiilerin monoteist inanç sistemini benimsemiştir. Ancak Sabiizmi benimseyen bu grup eski Paganist inançlarından tam kopmayarak bu yüce varlığın sadece yaratma gibi önemli işleri gördüğüne, yarattığı varlıklarla ilgili diğer işleri ise aracı ilah olarak niteledikleri gezegenlerin ve bunlar adına inşa edilen tapınaklarda onları temsil eden putların yaptığına inançlarında yer vermiştir. Bu dönemde Sin hala tanrılar sisteminin zirvesinde yerini koruyor. “İlahü’l-alilah” (tanrıların tanrısı) ve “rabbü’l al-ilah” (tanrıların rabbi) olarak adlandırılıyordu. Böylece güney Mezopotamya’daki esas Sabiizm’den farklı bir çehreye bürünen bu dinin mensupları “Harranlı Sabiiler” olarak anılagelmişlerdir.

Urfa’nın Hıristiyanlığın en önemli merkezlerinden biri haline gelmesine karşılık, Harran Sabiilerin merkezi olmuş ve Hıristiyanlar Harran’a putperest şehri anlamına gelen “Hellenopolis” adını vermişlerdir. Varlıklarını M.S. XI. yüzyıla kadar sürdüren Sabiilerin son mabedi h. 474 (m. 1081) de Nûmeyriler adına şehrin valisi olan Yahya b. el-Şatr tarafından yıktırılmış ve böylece Harran’daki Sabiizm sona ermiştir.

Dünyadaki üç büyük felsefe ekolünden birisi “Harran Ekolü”dür. İlkçağdan beri varlığı bilinen Harran Üniversitesi’nde dünyaca ünlü bir çok bilgin yetişmiştir. Devrinin en büyük matematikçilerinden, tabiplerinden ve Yunan filozoflarının eserlerini Arapçaya çevirenlerinden 821 doğumlu Sabit bin Kurra, o tarihlerde Dünyadan Ay’a olan uzaklığı doğru olarak hesaplayan Battani (Avrupalılar Albetegni veya Albatanius derler), Yunan filozoflarının aksine maddenin bölünebilen en küçük parçasının müthiş bir enerji ile parçalanarak Bağdat gibi bir şehri yıkabileceğini söyleyen ve böylece atomun mucidi sayılan Cabir bin Hayyan, din bilgini Şeyh-ül İslâm İbni Teymiyye Harran’daki okullarda yetişmiş dünyaca ünlü alimlerden bazılarıdır.
Emevi hükümdârlarından II. Mervan 744 yılında Harran’ı Emevi Devleti’nin başkenti yapmıştır. Emevilerin Asya bölümü 750 yılında Abbâsilere yenilerek Harran’da sona ermiştir. Abbâsi hükümdârı Harun Reşit zamanında “Harran Üniversitesi” dünyada büyük bir ün kazanmıştır.

Cüllab ve Deysan ırmaklarının suladığı kuzey Mezopotamya düzlüğünde bulunan Harran Ovası tarihte bir ağ gibi su kanalları ile örülmüş bir tarım sahası idi. 1184 yılında Harran’ı ziyaret eden Seyyah İbni Cübeyr, burasının gölgelik ve ağaçlık olduğunu, çeşitli meyve sebzelerin yetiştiği, uzun süren bir kuraklık sonucunda ise harap olduğunu yazmaktadır.
1242 yılında Harran’a gelen İbni Şeddad şunları yazmaktadır: “Deysan ve Cüllab nehirleri arasında kurulmuş olan şehirdeki imalathânelere Cüllab nehrinden su gelirdi. Cüllab, Diphisar adlı bir köyden çıkar ve Harran’ı sulardı. Nehrin suları şehrin bazı evlerine kadar ulaşırdı. Harran’da 14 hamam vardı. Devlet ovadaki sulamadan 170.000 dirhem vergi alıyordu”.

Fatımiler, Zengiler, Eyyûbiler ve Selçuklular gibi Türk-İslâm devletlerinin yerleşmesine sahne olan Harran, 1260 yılı başlarında Moğollar tarafından işgal edildi. 1270 yılında Moğollar burayı ellerinde tutamayacaklarını anlayınca camiini, surlarını ve kalesini yakıp yıkarak kenti tahrip ettiler. Halk Mardin, Dimaşk (Şam) ve Halep’e kaçtı. Etraftaki göçebeler tarafından işgal edilen tarihin bu altın şehri bir köy haline geldi ve o muhteşem günlerine bir daha dönemedi.
1518 tarihli tapu tahrir defterlerinden, Harran’ın Osmanlı döneminde 250-280 nüfuslu bir köy olduğu anlaşılmaktadır.

Cumhuriyet döneminde Akçakale İlçesi’ne bağlanan Harran, GAP Projesinin bölgeye getireceği canlılık göz önüne alınarak 1987 yılında çıkartılan bir kanunla ilçe haline getirildi.
Bugün Cüllab ve Deysan ırmakları kurumuş olduğundan Harran sudan ve yeşilden mahrum bir ovanın ortasında 5000 yıllık tarihi ile ayakta durmaktadır.

Harran kenti ve uçsuz bucaksız Harran ovası, Harran ulu camii, dünyada ilk göz ameliyatı yapılan tarihi Harran Üniversitesi, Harran höyüğü, Harran kalesi, konikal Harran evleri ile turim yönünde çok önemlidir.

Atatürk Barajı ve Urfa Tünelleri vasıtasıyla Haran Ovası’na akıtılan Fırat Nehri, Harran’ı tarihteki yeşil ve verimli günlerine tekrar kavuşturmuştur.

AMAZON KRALİÇELERİ


Şanlıurfa'daki Haleplibahçe projesinin altyapı çalışmaları sırasında, 3 bin yıl önce yaşadığı sanılan 'Amazon Kraliçeleri'nin, mozaiğe işlenmiş resimleri bulundu.

Kentin en eski yerleşim birimlerinden biri olan ve antik Edessa kenti olarak da anılan Haleplibahçe'deki çalışmalarda, bir mozaik parçasına rastlandı. Uzmanlar tarafından yapılan incelemede, mozaik üzerinde 'tek göğüslü efsanevi savaşçılar' olarak da bilinen Amazon kraliçeleri'nin, av sahnesinin yanı sıra gülümseyen kız (Edessa Güzeli), keklik, aslan, çocuk Eros ve tabiat figürleri bulundu.

Bu sayede, efsanelere göre Ege ve Karadeniz bölgesinde yaşayan ve daha iyi ok kullanabilmek için tek göğüslerini kestiren 'Amazon kadınları'nın Şanlıurfa ile ilişkileri olduğu ortaya çıkarıldı.

23 Mayıs 2007 Çarşamba

ANADOLU FENERİ




Beykoz'dan dönüp Yuşa Tepesini geçerek Anadolu Kavağına gidiliyor, bunun yanı sıra yola devam ederek Yoros Kalesi yanından geçip Poyraz ve Anadolu Fenerine ulaşmak mümkün. Bir başka alternatif olan Beykoz'dan direk olarak Akbaba Köyü yoluyla Anadolu Fenerine gidilebiliyor. Her iki yol ile ulaşılan bu iki nefes borusu İstanbul boğazına hâkim manzarasıyla yüksek tepelerde yer alıyor.

Hiç İstanbul'da değilmiş gibi bir izlenim içinde ilerlediğiniz yolun yemyeşil ağaçlarlar, bodur bitkiler, çiçekler, ormanlarla kaplı olması, hala betonlaşan kentte hayat olduğunu anımsatması, mutluluğunuzu artırmaya yetiyor. Bu izlenimle 10 dakika gibi kısa sürede sağlı sollu piknik bahçeleri arasından geçerek geldiğiniz Anadolu Feneri son nokta oluyor. Rampada ki restoran önünden geçen yokuş sizi sahile balıkçı teknelerinin çekek yerine getiriyor. Manzara ve ortamın tadını iyice çıkarmak, bu zevki uzun süre yaşamak için araçlarında şezlong, portatif masa, katlanabilir sandalye, şemsiye getirmeyi tasarlayıp gerçekleştirenler, doğanın bonkör davrandığı yerlere imrendirici masalarını kuruyorlar. Sahile inen yokuşu kullanmayıp da düz devam ederek fenere ulaşanlar, fenere komşu olan caminin balkonundan çevreyi seyretme imkânı buluyorlar. Kuruluşu diğer kale ve kulelerle aynı tarihi taşıyan, aynı ölçülere sahip Anadolu Feneri Gözetleme kulesi, bugünkü deniz fenerinin bulunduğu yerde ki dış duvar kalıntıları da görüldükten sonra, arzu edenler caminin arkasında bulunan dik merdivenden inerek yamaca kurulu kuş yuvası misali mütevazı balık lokantasında mola veriyorlar.

İsterseniz İstanbul'a direk dönüyor, isterseniz ekmek arası midye tava yeme bahanesiyle Anadolu Kavağına uğrayabiliyor veyahut Yuşa Tepesine giderek dua ediyorsunuz. Tarihin sessiz tanıklarından olan Anadolu yakasında Anadolu Feneri, Rumeli yakasında Rumeli Feneri boğazın Karadeniz girişinde gece gündüz gemilere yol gösterip birbirlerine göz kırpmaya devam ediyorlar.

22 Mayıs 2007 Salı

BAYRAMOĞLU




Bayramoğlu Hayvanat Bahçesi Kuş Cenneti ve Botanik Parkı

Şimdiye kadar sadece dergi sayfalarında ya da filmlerde gördüğünüz pek çok hayvanı bir adımlık mesafeden görmek istiyorsanız bu merakınızı gidermenizin bir yolu "Bayramoğlu Hayvanat Bahçesi Kuş Cenneti ve Botanik Parkı". Bir çeşit mutluluk bahçesi olan park tekrar tekrar ziyaret edilebilecek güzellikler sergiliyor. 1991 yılında kurulmaya başlayıp 1993 yılında ziyarete açılan Türkiye'de eşi olmayan alanda 500'e yakın kuş türünün yanı sıra, 300'den fazla çeşit bitki, yüzlerce çeşit hayvan burada doğal ortama eş şartlarda barınıyor. 140.000 metrekarelik hayvanat bahçesinde, çocuk parkı, cafe ve dinlenme üniteleri içinde çocukların heyecanını paylaşabilir mutlu yüzler görebilirsiniz. Hayvanat bahçesinde kuşların yanı sıra, muzip maymunlar, koi balıkları, tropikal bölge hayvanları, bahçe malzemeleri satış galerisi, birbirinden cazip eşyaların sergilendiği market en çok ilgi çeken yerler arasında yer alıyor.
Geziye çıktığınız andan itibaren, titiz bakımı fark ediyor, tropikal ülkelere has hayvanları görmeye, kuşlara ayrılan bölümlerden başlıyorsunuz. Gerçek olduğuna inanılması güç, muhteşem renklere sahip geveze papağanlar, türlü sesler çıkarıp hiç boş durmuyorlar. Muhabbet kuşları toy, turna kuşu türlerinin kafeslerini gezmeyi bitirdiğiniz an karşınıza cazip hayvan aksesuarlarının sergilendiği bir galeri çıkıyor. Hiç aklınızda yokken bile gördükleriniz karşısında acaba "ne beslesem" sorusunu düşünmeye başlıyorsunuz. Karar verdiyseniz, besleyeceğiniz tür hayvanın araç, gereç, giyim-kuşam, yem, ilaç, tüm ihtiyaçlarını bulabiliyor, birbirinden ilginç şirin hayvan resimlerinin bulunduğu t-shirt, anorak, maskot türü şeyleri de alabiliyorsunuz. Parkın bir başka bölümündeki havuz içinde palyaçolar kadar renkli Japon Koi balıkları görülüyor. Dünyanın en pahalı balıkları olan Koiler, Japonlarca talih, saadet ve uzun ömür ifade ediyor. 120 değişik rengi tespit edilen balıklar, 50 ila 120 sene yaşayabiliyor ve insan dostu olarak tanınıyor. Korkmasını hiç öğrenememiş bu balıklar havuza yaklaşınca önünüzde toplanıyorlar. Gezinizin devam ettiği bölümlerde güzel sürme gözlü ceylanlar, karacalar, heybetli boynuzlarıyla ağırbaşlı geyikler ve antiloplarla tanışıyorsunuz. Bu tanışmanın ardından seyredenleri kahkahalara boğan maymunların bahçesine geliyor, karşılıklı bakışmalarla maymunların yaptığı muzipliklere şahit oluyorsunuz. Maymunlardan şişman, tembel pelikan kuşlarına oradan kuğuların yüzdüğü havuzlara, deve kuşu, lama, midilli atları, zebra ve tavşanların bulunduğu bölümden dönüp tavuk türleri, baykuş, akbaba, deve ve kendini sevdiren atların bulunduğu bölüme gelince saati unutuyorsunuz.
Geziye devam ederseniz flamingoların bulunduğu havuzda kendinizi hayal ülkesinde sanıyorsunuz. Şeker pembesi renkli flamingoları, narin yapılı boyunları, uzun bacakları, keklik sekişli yürüyüşleriyle fotoğraflamaktan büyük haz duyuyorsunuz. Hayvanat bahçesinde fotoğraf çekenlerin için kısa sürede karta basan laboratuarlar dahil ziyaretçiler için her şey düşünülmüş. Her şeye rağmen hayvanların bulunduğu tel örgülü kafesleri aşıp fotoğraflamak neredeyse imkansız. Parkın tropik merkez ve akvaryum bölümlerinde nadide canlı türlerini görebilir, bahçe içinde yer alan ilginç bitki türlerini inceleyebilir, parkta beğendiğiniz bir hayvanı sahiplenerek sponsorluğunu üstlenebilir veya gönüllü üye olabilirsiniz.

DİDİM - BALIK ÇEŞİTLERİ

SARIGÖZ
Boyları 50 santimetre olabilir. Karagöze benzer. Çevresi kayalık ve kuytu yerlerde bolca bulunur.Etleri de karagöz ve mercan gibi beyaz,lezzetlidir.

MELANURYA
Eylül ayından sonra sularımız da bolca olta ile avcılığı yapılır. Eti fena sayılmaz, tavası tercih edilirse iyi olur. Boyu 20-25 cm civarındadır. Kefalin küçüğüne gamite benzer. Ağzı küçük olup, küçük iğneli takımlara yakalanır. Sandalla açılıp çapari ile avcılığının yapılması mümkündür.

SİNAĞRİT
Çipura balığına benzer. Sularımızda yaşayanları oldukça büyük olup, bir metre boyunda olanlarının zıpkınla avlandığı söylenmektedir. Yaz aylarında kayalıklarda sahile iyice yaklaşır. Olta ile avcılığı tesadüf olup, zıpkınla iyi avlanmaktadır. Sinagrit yassı bir balık olup, hemen kıyıdaki kayaların altındaki ulaşılması zor yarıklara saklanabilmektedir.


KEFAL
Ülkemiz sularında bolca bulunan bu balık, Didim sularında temiz ortamdan dolayı eti kokmaz ve çok lezzetlidir. 20 -70 cm boylarında olanları, sık sık sularımızda sürüler halinde görülür. Olta ve zıpkınla avcılıkta kıyıdan fazla açılmaya gerek yoktur. Kefaller sürü halinde dolaşan yüzey balıklarıdır. Olta avcılığında bu nedenle şamandıralı oltalar tercih edilir. Oltaya yem olarak ekmek takılsa da zaman zaman diğer yemlere de atladığı olur. Zıpkın avcılığında iyi nişan alınmaz ise zıpkının balığa saplanmadığı veya parçaladığı görülür.


LEVREK
Sularımızda sık bulunan olta ve zıpkınla, her mevsim özellikle eylül ayından sonra bolca av veren bir balıktır. Eti beyaz ve oldukça lezzetlidir.


SARDALYA
Sürü halinde yaşayan gezici balıklardır, ateş balığı diye de tanınır. Boyları, ortalama 15 santimetre en çok 20-22 santimetre olur. Ege'de bol bulunur. Etinin lezzeti ve çeşitli kullanım alanıyla ekonomik değeri çok yüksektir. Didim' de en çok tüketilen balıklardan olup, çok çeşitli yemekleri yapılır, olta balıkçılığında da vazgeçilmez yemlerden biridir. Kıprıs takımlarında yem olarak kullanılmaktadır.

ZARGANA
Ülkemiz sularında av dönemlerinde oldukça fazla bulunan bir balıktır. Didim sularında ise Eylül ayından sonra bulunmaya başlar ve olta ile oldukça zevkli bir avcılığı yapılır. Sürü halinde yüzeyde gezen bir balık olduğundan şamandıralı özel bir olta ile avcılığı yapılır. Olta olabildiğince uzağa atılır ve hafif hafif çekilmeye başlanır. Oltanın atıldığı bölgede zargana varsa birkaç tanesi birden yeme atlar.


MIGRİ
3 metre boydan 50-60 kilogram erişebilen, 30 yıla kadar ömrü olan, yazın sığ suların, kışın 150 metre derinliklerin taşlık, kumlu ve çamurlu zeminlerinde yaşayan bir balıktır. Nehirlere giremez. Sert, hareketli ve yırtıcıdır. Su içinde bulduğu her canlıyı yiyebilir. Gündüzlerini yatarak geçirip, karanlıkta avlanır. Özellikle akşam olta ile avlananlara rahat vermez, her seferinde Mıgri çekersiniz, oltadan çıkarmakta başlı başına bir dert olup dikkatli olmalısınız, yoksa elleriniz zarar görebilir.

MÜREN
Boyları 1 - 2 metre olabilir. Etçi ve vahşi bir balıktır. Ürkütüldüğü veya tahrik anında fazlasıyla saldırgandır. Avlanmasının tehlikesi ve denizlerde az bulunuşu nedeniyle fazla ekonomik sayılmaz. Denizlerimizin az derinliklerinde ve kuytu yerlerde yaşar. Özellikler zıpkınla avlananların geceleri dikkatli olması lazımdır. Çünkü bele takılan vurulmuş balıklardan yayılan kan kokusu Müren ve Mıgri' ler için davetiyedir.

SOKANA
Sahil bölgelerinde 2-3 metreden 100-150 metreye varan derinliklerde yumuşak kumlar arasında ömür geçirir. En fazla 50 santimetreye kadar büyüyebilir. Dikenleri trakonya gibi zehirli ve insan için tehlikelidir. Oltaya çok gelmekte olup, iğneden çıkarırken dikkatli olmak ve tepesinde ki dikenlerinden sakınmak gerekmektedir.

21 Mayıs 2007 Pazartesi

EL SANATLARI

















Siirt Battaniyesi: Siirt'e gelen herkese battaniye ısmarlamak, Siirt'ten ayrılan herkese battaniye hediye etmek bir gelenek haline gelmiştir. Battaniyecilik oldukça eski bir el sanatıdır. Battaniyeler tek ve çift kişilik olarak üretilmektedir. Her tezgahta tek kişilik battaniyeden günde sadece bir adet dokunabilmektedir. Aynı dokuma sistemi ile heybe, seccade, atkı ve manto, kaban, yelek gibi ürünler de elde edilebilmektedir.

Bakırcılık: En yaygın el sanatlarından biri olan bakırcılık, alüminyum ve plastik kap yaygınlaşınca önemini yitirmiştir. Bu sanatla uğraşanların merkezi Bakırcılar Çarşısıydı. Bakırdan güğüm, tencere, kazan ve tas gibi gereçler burada yapılırdı. Güğümlerin başlıca özellikleri boyunlarının şeritli, alt bölümlerinin zil biçiminde ve çoğunlukla kapaksız olmalarıdır. Kazanların tabanı yarım küre, dikey boyutlarıysa konik biçimdedir. Bunlar kulpsuz olduklarından, ağız çevresine yerleştirilmiş aşağı doğru kıvrık olan çeperden tutularak taşınabilir. Yine bakırcılığın önemli örneklerinden olan hamam taslarının özgün motifleri vardır. Ağız çevresi testere işi motiflidir. Ortadaki kabartı yarım aylarla çevrilidir. Yan yüzlerse birbirine koşut dikey ya da çapraz çizgilerle süslüdür.

PERDE PİLAVI

MALZEMELER
2 su bardağı pirinç
1 piliç veya keklik (haşlanmış)
2,5 çorba kaşığı margarin veya tereyağ
1 çorba kaşığı çam fıstığı
2 çorba kaşığı üzüm
2 çorba kaşığı badem (kabuğu haşlanarak çıkarılmış)
3,5 su bardağı piliç suyu
tuz ve karabiber

1 küçük paket margarin (yumuşak, 125 gr.)
2 yumurta
1,5 çay kaşığı tuz
2,5 su bardağı un

Pirinç ayıklanıp yıkanır, ılık tuzlu suda yarım saat bırakılır. Badem ve fıstık, yağda pembeleştirilip alınır. Aynı yağda süzülmüş pirinç birkaç kere çevrilir. Sıcak piliç suyu konup pişirilir (önce harlı, sonra orta, en son hafif ateşte). 20 dakika kapak açılmadan demlenir.
Sonra pirinçler ezilmeden karıştırılır. Kavrulmuş fıstık, badem ve kuş üzümü, küçük parçalara ayrılmış piliç eti, tuz, karabiber, pilava ilave edilir.

1 küçük paket margarin ile 2 yumurta ve tuz ezilir; 2,5 bardak un ile yoğrulur. Merdane ile 2- 3 mm. kalınlıkta açılıp yağlanmış, yuvarlak dipli bir tencereye yerleştirilir. (Kenarlarından hamur sarkmalıdır.) Hazırlanan iç pilav hamurun üzerine boşaltılıp kaşık ile bastırılarak sıkıştırılır.
(Pilav sıcak olmalıdır.) Sarkan hamurlar üzerine kapatılır. Orta hararetli fırında, kızartılıp servis tabağına ters çevrilir.

BULGUR PİLAVI

MALZEMELER
2 bardak bulgur
2 baş soğan
4 çorba kaşığı margarin
250 gr kuşbaşı et
2 domates
4 bardak su
2 dolmalık biber (veya yeşilbiber)
tuz, kırmızı biber, karabiber

Pilavlık bulguru ayıklayıp yıkadıktan sonra suyu iyice akana kadar süzün. Bir yandan da margarini eritip, soğanları pembeleştirin. Içine fındık büyüklüğünde kestirdiğiniz kuşbaşı eti katılın, kavurun. Suyunu çekince, rende domatesi, kıyılmış yeşil biberi ekleyip; biraz karıştırıp, suyunu koyun.
Koyduğunuz su yaklaşık dört bardak seviyesine inene kadar etleri pişirin. Daha sonra bulguru katın, harlı ateşte bir iki karıştırıp, orta ateşte pişmeye bırakın. Şişsinler, tane tane olsunlar. Suyunu çekince, ateşin altını kapatıp demlenmeye bırakın.

20 Mayıs 2007 Pazar

MUTLAKA GÖRELİM






Derzin Kalesi :Bizans Döneminden kalma oldukça sarp bir tepenin üzerinde inşa edilen kalede bulunan gözetleme kuleleri günümüze kadar varlıklarını koruyabilmişlerdir.
İnce kaya (Kormas) Kalesi :Şirvan ilçesinin 10 km. uzağında incekaya (Kormas) köyünde bulunan Bizanslılar dönemine ait kaledir. Kale daha ziyade şatoyu andırmaktadır.İrun Kalesi :Şirvan ilçesinin 40 km kuzeyinde sarp dağların zirvesinde kurulmuştur. Kalenin bulunduğu dağın eteğinden geçen nehirle yer altı tüneli ile bağlantısı bulunmaktadır.

Şirvan (Küfre) Kalesi :İlçe merkezinin 4 km doğusunda, ilçenin adıyla anılan kaledir. Doğal bir kayanın üzerinde mevki ye hakim olarak yapılan kale bir kartal yuvasını andırmaktadır.

Ulu Cami :Yapım tarihi kesin olarak bilinmeyen caminin Selçuklu Sultanlarından Muguziddin Mahmut tarafından 1129 (523 H) yılında onarılmıştır. 1260 (658 H) yılında da Cizre hakimi Selçuk Atabeylerinden El Mücahit İshak tarafından camiye ilaveler yaptırılmıştır. Cami minaresinin kaidesine yerleştirilmiş olup, halen cami içinde bulunan bir taşın üzerinde ‘’ Haza tarih-i Tecdidi binaii Camii Velminareti ibaresi altında ise Duacis-surun Limen Saa’’ yazısı okunmaktadır. Camiye ait sanat şaheseri mimber ise 1933 yılında Ankara Etnografya müzesine nakledilmiştir.

Cumhuriyet Camii :Yapım tarihi kesin olarak bilinmeyen Cami 1926 yılında onarılmış, Hıdrul Ahdar olan adı Cumhuriyet Camii olarak değiştirilmiştir. Camii kare planlı ve tek kubbelidir. Mihrap ve mimberde Rumi tezyinat madalyonlar bulunmaktadır.

Veysel Karani Hz. Türbesi :Baykan ilçesinin Ziyaret Beldesindedir. Yörenin “Cas denilen harcıyla yapılıp Kubbe ile örtülmüş olan türbe, 1967 yılında yıktırılarak yerine yeni bir türbe yaptırılmıştır. Veysel Karani türbesi ve külliyesi 2001 yılında Valilikçe restore edilerek modern bir görünüme kovuşturulmuştur. Her yıl 16-17 Mayıs tarihlerinde Veysel Karaniyi anma etkinlikleri düzenlenmektedir.

İbrahim Hakkı ve Hocası İsmail Fakirullah Türbesi :Din ve astronomi bilgini olan İbrahim Hakkı’nın Hocası İsmail Fakirullah için 18.yüzyılda yaptırdığı türbe Aydınlar ilçe merkezinde (Tillo) bulunmaktadır. Bir büyük ve iki küçük kubbenin örttüğü iki oda ve bir hol ile kuleden ibaret olan türbenin asıl özelliği Aydınlar ilçesinin 3-4 km. doğusundaki bir tepe üzerinde bulunan “Kalet-ül Ustad” denilen yığma taşlardan yapılmış olan ve duvarındaki 40x50 cm. ebatlarındaki pencereden her yıl gece ve gündüzün eşit olduğu 21 Mart günü yeni doğan güneşin ilk ışınları türbe kulesinin penceresine vurarak kırılma suretiyle hocası İsmail Fakirullah Hz.lerine ait sandukanın baş tarafını aydınlatmasıdır.

Sultan Memduh Türbesi : Asıl adı Sultan Mahmut olan Sultan Memduh Hz. Hicri 1174, Miladi 1761 yılında Aydınlar (Tillo) ilçesinde dünyaya gelmiştir. Sultan Memduh’un 47.000 beyitlik bir divanı bulunmaktadır. Hicri 1263 Miladi 1847 yılında vefat etmiştir. Aydınlar ilçesinde kendi adına yaptırılan türbede metfundur. Türbe metal malzemelerden yapılmış olup, kapı ve kabirleri çevreleyen şebeklerinde yaptırana ait kitabeler bulunmaktadır.

Şeyh Muhammed El Hazin Türbesi :Şeyh-ul Hazin, yer yer Siirt Merkez Ulu Camiinde vaaz ve nasihatlerde bulunmuş, bir seferinde ihlas süresinin tefsiri üzerinde 40 gün vaazı nasihat ettiği söylenmektedir. 1891 yılında vefat etmiştir. Kendi köyü olan Dere yamaç (Fer saf) köyünde defnedilmiştir. Türbenin son zamanlarda restorasyonu ve çevre düzenlemesi yapılmıştır.

Kiliseler :Siirt İlinde yer yer kalıntıları günümüze kadar gelen kilise ve manastır bulunmaktadır. Bunlardan en önemlileri şunlardır.Siirt kent merkezindeki Hadervis Kilisesi ve Mir Yakup Manastırı.
Şirvan İlçe merkezinde bulunan kilise.

MEDENİYETLERDEN İZLER

Siirt adının Sami Dili’nden geldiği öne sürülmektedir. Bazı kaynaklarda bu adın, Keldani Dili’nden, kent anlamına gelen Keert (Kaa’rat) sözcüğünden kaynaklandığı yazılıdır. Siirt sözcüğü, isim kaynaklarında; Esart, Sairt, Siirt, Siird, gibi çeşitli biçimlerde kullanılmıştır. Süryani’ler kente Se’erd (yöresel söyleniş biçimiyle Sert) demişlerdir. XIX.Yy.’da Sert, Seerd, Sört, Sairt olarak kullanılmış, günümüzde de Siirt biçimiyle benimsenmiştir.

Samiler, Babiller, Asurlar, Urartular, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlılar gibi tarihe derin izler kazımış medeniyetlere beşiklik eden Siirt'te, ayakta durabilen tarihi eserlerin büyük bir çoğunluğu Selçuklular devrinden kalmıştır.